3 Mayıs 2013 Cuma

İSTİKLALE DOĞRU...

     İstanbul dediğimiz anda görülmeye değer o kadar yer var ki bir güne sığdırabilmek imkânsız. Tarihi yapılar, doğal güzellikler, yaşam koşulları… İç içe geçmiş o kadar kültür var ki İstanbul’un her köşesi ayrı anlam barındırıyor.

     Son durağımız Ara Cafe olsun dedik ve Taksim’e attık kendimizi. Taksim Cumhuriyet Anıtı karşıladı bizi ilk olarak. Taksim Meydanı’nın simgesi haline gelen bu anıtı İtalyan heykeltıraş Pietro Canonica’ya 1928 yılında yaptırılmış. Anıtın iki yüzünde geleneksel mimari kullanılmış, bir yüzü Cumhuriyet Türkiye’sini diğer yüzü ise Kurtuluş savaşını simgelemektedir.


     Tabi Taksim’i yayalaştırma çalışmalarından dolayı ortalık biraz dağınık olsa da trafiğin olmadığı daha sade bir görüntüye kavuşmak adına bence buna değer bir çalışma. Kaybolmaya yüz tutmuş bu güzelliklere sahip çıkmakta geç kalınmış olsa da bu görüntü bizi biraz umutlandırmıyor değildi.

     İstiklale doğru yola koyulduk. O yüksek binalara hayran hayran ilerliyorduk. İstanbul’u İstanbul yapan en önemli özelliklerinden birisi de gözümüze çok net bir şekilde çarpan bu aynı şehir hatta aynı semtteki farklılıkları barındırıyor olmasıydı. Binaların o farklı inşaları bir anda sizi İstanbul dışına alıp götürüyor. Dikkat çeken başka bir nokta da alışveriş mağazalarının alışıldık o lüks görünüşlü binalardan sıyrılıp burada farklı bir kimliğe bürünmüş olmaları.





     Yol boyu dikkat çeken o kadar şey var ki aslında Saint Antoine Katolik Kilisesi bunlardan sadece birisi. Meraklı gözlerle içeri dalıyoruz hemen. Filmlerden alışık olduğumuz karelerin içinde olmak çok daha keyif vericiydi. İbadet edenlerle ziyaret edenler aynı ortamda biraz enteresan olsa da kilisenin binası gayet alımlıydı.


     Şimdiki, cephesi kırmızı tuğla taşlarla örülü kilisenin inşasına, 1906 yılında eskisinin yerinde başlanmış ve 1921 yılında Aziz Antuan’ın naaşının Padova Basilikası’ndaki   yerine taşınmasının yıl dönümü olan 15 Şubat günü Rahipler yeni kiliselerine taşınmışlar, kilise kutsanıp ibadete açılmış. İstanbul doğumlu İtalyan Mimar Giulio Mongeri tarafından İtalyan Neogotik üslubunda, betonarme olarak inşa edilmiş. Faaliyette olan bu kilise İtalyan rahipler tarafından yönetilmekte.



     Merakımızı biraz olsun yendikten sonra kilise çıkışında sokak çalgıcılarına rastlayıp ta üç beş kuruş atmamak olmaz tabi. Ayrıca zaten İstiklali renklendiren bu çalgıcılar olmazsa olmaz. Farklı repertuvarlarıyla birinin sesi azaldığı anda diğeriyle göz göze geliyoruz. Küçük topluluklar halinde bu seslere kulak vermeden geçmek elbette imkânsız. Bu anı ölümsüzleştirmenin hevesiyle fotoğraf makinasına sarılıyoruz. Bu duruma o kadar alışmış olmalılar ki poz vermekten de geri durmuyorlar sevecenlikle karışık.


     Yolumuz düşmüşken Beyoğlu’na Ara cafe ye uğramadan olmazdı. Öyle bir nezih ortamda ünlüsüne de rastlamak mümkün sıradan insanlara da. Hafta sonuna denk geldiğimizden her zaman ki yoğunluğundan daha fazla kalabalık olsa da gitmişken ıslak kek yemeden çıkmayalım dedik. Beklemeye koyulmuşken siparişi, gözünüz kayıyor etrafa, duvarlarda ve servis kâğıtlarında Ara Güler’in fotoğrafları göz alıcı. Dekora gelince o kadar sıcak geliyor ki eskilerin malzemeleri… Bir pencere kenarında bir zamanların vazgeçilmezi radyolar, bir duvarda sırrı bozulmuş aynalar… O kalabalıkta bile kimse kimseyi duymuyor kendi derdini anlatmaktan.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder